Ana içeriğe atla

Psikoterapi Nedir Ne Değildir?


Günümüzde artık insanların birçoğu psikoterapiyle ilgili fikir sahibi. Kendileri gitmese bile çevrelerinde psikoterapiye giden kişi sayısı artmakta ve terapi odasına dair anıları dinlemekte, paylaşmaktalar. Fakat psikoterapiyi anlamak için çevreden gelen deneyim aktarımları yeterli değil, hatta kendisi düzenli danışan olan birisi bile içerideki işleyişe tam anlamıyla hakim ve dahil olamayabilir. Peki psikoterapi nedir? Seans odasında neler olur? Her psikoterapistin danışanına yaklaşımı aynı mıdır? Öte yandan psikoterapiden neler bekleyemeyiz? Psikoterapi ne değildir ve olmamalıdır?


Psikoterapi, kısaca kişilerin yaşadığı bilişsel, duygusal ve davranışsal problemlerin çözümünü amaçlayan, ruh sağlıklarını geliştiren ve kişinin süreç içerisinde yaşadığı dönüşümü korumak için kullanılan tekniklerin genel adıdır. Psikoterapi dendiğinde aklımıza kesin ve tek bir uygulama biçimi gelmemelidir. Bilişsel Davranışçı Terapi, Varoluşçu Terapi, Psikodinamik, Gestalt Terapisi, Şema Terapi, EMDR (Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme), Transaksiyonel Analiz, Oyun Terapisi, Çözüm Odaklı Terapi, Çift ve Aile Terapisi gibi birçok ekol ve yaklaşım bulunmaktadır. Her bir psikoterapi ekolü, o ekolde uzmanlaşmış psikoterapistlerce uygulanabilir.  Bazı psikoterapistler birkaç ekolün tekniklerini bir arada kullanarak kendi yaklaşımlarını da geliştirebilirler. Burada önemli olan uygulanacak ekolün danışana uygunluğu ve terapistin hangi ekolde uzmanlaştığıdır. Bu yazıda ekollerin kullandığı teknikleri ve yaklaşımlarını tek tek ele almadan seans odasındaki genel çerçeveye yönelik bilgiler vereceğiz.


Gelelim seans odasına ve psikoterapistle kurulan ilişkiye… Modern dünyanın insanlardan aldığı ve belki de en önemli ihtiyacı olan şey aslında basitçe bir “alan”dır. İnsanın kendisini rahatça ifade edebileceği, yalnız ve dışlanmış hissetmeyeceği, anlaşıldığını hissedebileceği, yargılardan azade güvenli bir alan. İkili ilişkilere baktığımızda karşımızdaki kişiden en büyük ve en derin beklentimizin bu olduğunu görmek güç değil. Birbirine tahammülü azalan, kendisine tahammülü azalan modern insan, seans odasında işte bu tahammülü yapılandırmaya çalışır. Seans odasında terapistiyle kurduğu ilişkiden yola çıkarak tahammülünün sınırlarını belirler aslında. Birçok psikolojik sıkıntının temelinde yatan en belirgin sorun kişilerde sınır algısının zayıf olmasıdır. Kişi hem kendisinin hem etrafındaki insanların nerede durması gerektiğini ayarlayamayabilir, tepkilerini yeterli bulmayabilir hem de kendi duygu dünyasındaki sınırların, ördüğü duvarların farkında olamayabilir. Ya da kişi tamamen duvarsız olabilir ve sınırsızlığı ona zarar verebilir. Seans odasında her türlü duygu durumuna yer vardır. Her şey insanidir. Kişilerin sevgisini, sevgisizliğini, öfkesini, kızgınlıklarını, kaygılarını, fantezilerini dışavurabileceği bir alandır. Tüm bu dışavurumun elbette ki zamana ihtiyacı vardır. Güven tahsis etmenin zamansal uzunluğu danışandan danışana ve ekolden ekole farklılıklar gösterebilir. Bu zamanı belirleyen en önemli şey, tıpkı hayatımızdaki diğer ilişkilerde olduğu gibi bağlanma biçimlerimizdir. Bir diğer husus ise; terapist bir aynadır. Ona aktardığınız duygu durumlarına göre, bazen bir ebeveyninizdir, bazen patronunuzdur, bazense sistemin ta kendisidir. Tıpkı sizin de kendinize ebeveynlik ya da patronluk yapabildiğiniz gibi… Olumlu olumsuz tüm duygularınızı, anılarınızı yansıttığınız yerdir seans odası ve her psikoterapist ve danışan ilişkisi özel ve biriciktir. O odaya ne getirmek istediğinizi çoğunlukla siz belirlersiniz;  siz çocukluğunuza, bilinçaltınıza, geçmişe giderek kişiliğinizin dokularını görmeye çalışırken terapistiniz aslında yalnızca bir eşlikçidir.


Güven tahsis edememenin seans odasında bir sorun olduğunu düşünmek tabii ki sadece danışanın kendilik algısıyla ilgili olmayabilir. Seansta zaman zaman anlaşılmadığınızı hissetmeniz oldukça normal fakat bu düşünceyle sık sık yüz yüze geliyorsanız terapistinizle konuşmanız sağlıklı olacaktır. Bu noktada artık psikoterapinin ne olmadığıyla ilgili de birkaç şey söyleyebiliriz: Psikoterapi kesinlikle terapistin danışana akıl ve direktif verdiği, danışan adına sorunları hızlıca çözebilecek bir yapı değildir. Bazı yaklaşımlarda gerek ev ödevleri gerek davranış alıştırmaları bulunsa da terapistin, danışanının hal ve hareketlerinize karışma, “öyle yapma böyle yap” gibi tavsiyeler verme, “bunu nasıl yaparsın?” , “ben sizin yerinizde olsam…” minvalinde cümleler kurma, yargılayıcı jest ve mimikler kullanma gibi bir görev tanımı yoktur. Zaten psikoterapistler danışan görürken kendi terapi süreçlerinden ve meslekte uzmanlaşmış birinin süpervizyonundan geçmelidirler ve kendi algılama, yorumlama ve yaşama biçimlerini danışanlarına dayatmamaya özen göstermelilerdir. Bu noktada bir terapistin düşmana ve ayrımcı söylemlerde bulunamayacağını; din, dil, ırk, cinsiyet ve cinsel yönelim ayrımı gözetmenin terapinin mantığına aykırı olduğunu söylemek gerekir.


Seans odası sorgulanabilir bir alandır. Kişiler, tıpkı iç dünyalarını sorgulamaya açtıkları gibi ya da dışarıdaki ilişkileri üzerine düşündükleri gibi terapistleriyle ilişkilerini de sorgulayabilirler. Bu aslında bir yanıyla kişinin kendisi üzerine düşünmesi ve çalışması demektir. Psikoterapistin söylediği kesin doğrudur gibi bir anlayış pek makul değildir. Aksine terapistle kurulan ilişki kişilerin hayatlarında deneyimledikleri ilişkileri terapistlerine aktardıkları bir yapıdadır ve kimi zaman terapi sürecinden yorulup uzaklaşmak kimi zaman da terapiyle ve terapistle yoğun bağlar hissetmek oldukça olağandır. Burada önemli olan terapist ile olan ilişki ne kadar inişli çıkışlı da olsa terapiye devam edebilmektir. 


Danışan deneyimlerinde sıkça karşımıza çıkan bir durum olarak seans odasının sınırlarını sorgulamak; kişinin, terapistinin diğer danışanlarından farklı ve özel bir yer istemesi, terapistinin kimliklerini merak etmesi de oldukça doğal ve temelinde derin anlamlar, kaygılar ve ihtiyaçlar barındıran duygu ve düşüncelerdir. Terapistin görevi tüm bu sorgulamalara seans odasında alan açmak ve terapi süresince objektif kalmaya özen göstermektir.  Danışanının duygusal ihtiyaçlarını kendisi karşılayamaz. Psikoterapinin sınırları gereği terapist seans sırasında kendisini danışanın önüne koyacak her türlü hamleden kaçınmalıdır. Orası danışanın oyun alanıdır, terapist sadece bakmakla ve gördüklerini öğrendiği teoriler ve tekniklerle beraber yorumlamakla ya da danışanın girdiği bir duyguda ya da gittiği bir anıda kalabilmesi, durumu kabullenebilmesi için ona eşlik etmekle mükelleftir. Çünkü kişiler çoğunlukla yaşanmışlıklarını anlatmakta değil o yaşanmışlıkların üzerlerinde bıraktığı etkilerle, yarattığı duygu ve düşüncelerle baş etmekte, orada kalmakta zorlanırlar. Bu da aslında bir konunun, örneğin bir çocukluk travmasının seans odasında tekrar tekrar gündeme geldiği, her gündeme gelişte biraz daha derinlikli ele alındığı güvenli bir yapıya gereksinim olduğunu gösterir. İşte terapistin mesleki görevi bu yapıyı danışanına sunmaktır. 


Özetle psikoterapi dendiğinde aklımıza yöntemi tek ve her danışan için aynı, her terapistin her yöntemi bildiği bir yapı gelmemeli. Psikoloji birçok alt dalı olan ve gittikçe gelişen bir bilim. İyi bir psikoterapi, danışanın gereksinimlerini görüp seans odasında ona en uygun teknikleri uygulamakla ilgilidir. Her bireyin ihtiyacı farklı, her bireyin semptomu farklı; duygulanımları aynı kelimelerle anlatılsa da farklı. Dolayısıyla aslında birçok terapist danışanına tanılarla yaklaşmaz ve deneyimin biricikliğine odaklanır. Ekoller ve tekniklere, kişiliğe, seans odasına getirilenlere, seans odasına getirilmeyenlere göre herkesin psikoterapi deneyimi birbirinden farklı ilerler. Psikoterapi danışan için kendine güvenli ifade alanı bulabildiği, psikolojik olarak rahat hissedebildiği; kendiliğini, var oluşunu, ilişkilerini, sınırlarını, davranışlarını sorgulayabildiği bir yer olmakla birlikte; danışan kendi içsel yolculuğu için süreçten vazgeçmeden emek verdiğinde olumlu ve iyileştirici sonuçlar verir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kayıp Sonrası Yaşanan Yas Süreçlerine Bir Bakış

İnsanlık tarihi boyunca ölüm fikrine ve başkasının ölümüne ya da değerli bir parçanın kaybına verilen tepkiler, bu olguları algılayış biçimi değişkenlik gösterse de ölüm karşısında endişe duymak ve sonucunda yas tutmak evrensel deneyimlerdir. Günlük yaşantısında ölümü pek de aklına getirmeyen insan için Antik çağlarda bu durum günümüze göre daha kolay hazmedilir ve doğaldı. Gelişen insanlık tarihi ve teknoloji ile beraber ise ölüm kabul etmesi çok daha zor bir olguya dönüştü. Sevilen ve değer verilen birinin veya bir şeyin kaybı dolayısıyla yaşanan acı olarak tanımlayabileceğimiz yas sürecini de oldukça normal ve sağlıklı olmasına rağmen bugün hayatımıza kabul etmekte zorlanabiliyoruz. Oysaki sevdiğimiz birini ya da bir şeyi kaybetmek hayatın olağan akışına dâhildir ve yaşamla ayrılmaz bir bütündür. Bu yazımızda yas sürecinde yaşanabilecek duyguları Kübler-Ross’un yasın beş aşaması modeline dayandırarak anlatacağız ve yasın bağlı olduğu parametrelerden bahsedeceğiz. İsviçreli psikiyat...

İnfertilite ve Tüp Bebek Tedavisinde Depresyon, Kayıp, Yas Süreçleri

Halk arasında kaba tabiriyle kısırlık olarak bilinen infertiliteyi Dünya Sağlık Örgütü “en az 12 ay korumasız cinsel ilişkiye girilmesi durumunda gebe kalınmaması” olarak tanımlar (Karpat ve Erensoy 2020, 462). Çiftlerin ikisinden birinin üreme organlarındaki sağlık sıkıntılarından meydana gelebilen infertilitenin henüz bilinmeyen sebepleri de olabilmektedir. Türkiye’de infertilitenin yarattığı psikolojik sorunlardan etkilenen taraf daha çok kadınlar olduğu için bu yazımızda kadınların yaşadığı süreçlere ve bu süreçlerde başlarına gelebilen psikososyal sıkıntılara odaklanacağız.  Dünyada her on kadından birisi, Türkiye’de ise evli her 6 kadından birisi infertilite ile karşılaşabiliyor (Koçyiğit 2012, 28). Infertilite, birincil infertilite ve ikincil infertilite olarak iki alt başlık halinde yaşanabiliyor: Birincil infertilite tanımı hiç hamile kalamama durumu için kullanılıyorken ikincil infertilite ise doğumdan önce sonlanan gebelikler için kullanılan bir tanım. Infertilite ile...